Türkiye’de can ve mal kaybına sebebiyet veren en büyük afetlerden birisi depremdir. Ne acıdır ki bu afeti tekrar yaşadık. Deprem, önlenemez bir doğa olayı olsa da deprem nedeniyle oluşacak zararların en aza indirilebilmesi ve önlemlerin alınması mümkündür. Gerek bireysel gerek de toplumsal olarak felaket öncesinde alınacak önlemler zararı azaltacaktır.
Genele bakıldığında yasal olarak müteahhitler “gerekli özenin gösterilmemesinden” ve “ruhsata aykırı şekilde bina inşa etmesinden” doğan zararlardan sorumludurlar.
Müteahhidin cezai ve hukuki bir sorumluluğunun doğması için bu binayı kural ve kaidesine uygun yapmaması gerekmektedir. Kullanılan malzemenin uygun olmaması, statiğin hesaplanmaması, betonarmede hataların bulunması, plan ve projenin uygun olarak çizilmemesi gibi eksik veya hatalı olarak yapılması gerekmektedir. Yani müteahhidin bir kusuru olmalıdır. Her şeyi uygun olarak yapması hâlinde yine de deprem bir yıkıma neden olursa illiyet bağının kesilmesi sebebiyle, müteahhide bir sorumluluk yüklenemeyecektir.
Bu kapsamda müteahhitler; kolon ve kirişlerin bağlantısında sorun olması, etriye demirinin eksik kullanılması, beton kalitesinin düşük olması, yıkanmamış deniz kumu kullanılması, kolonların gereğinden fazla kısa olması yahut ucuz işçilik gibi sebeplerle meydana gelecek tüm hasarlardan sorumlu olacaktır.
Yüksek mahkeme deprem sebebiyle meydana gelen hasarlarda haksız fiil sorumluluğunu kabul etmekte ve sorumluluk açısından da müteselsil sorumluluğu kabul etmektedir. Bu da binanın müteahhidi ile proje müellifinin, hasarın meydana gelmesindeki kusur oranlarına bakılmaksızın oluşan zararın tamamından sorumlu olacakları anlamına gelmektedir.
Ancak bu durumda tek sorumluluğun müteahhitte olduğu kabul edilmemelidir. Müteahhitin ne yazıktır ki Türkiye’deki karşılığı genellikle sermaye sahipliğidir. Basiretsizce ve bilinçsizce; inşaatın daha düşük maliyetler ile yapılmasına zemin hazırlayan alanında uzman olmayan inşaat ustaları, inşaat mühendisleri; inşaat projesinde imzası olan meslek mensupları, yapı denetimini sadece usulen yapan yapı denetim firmaları; inşaat ruhsatını ve iskan iznini veren belediyelerin de bu konuda sorumluluğu kabul edilmelidir. Kusur araştırması yapılırken bir inşaatın başlangıcından sonuna kadar olan tüm süreçteki denetim mekanizmasında bulunan her meslek grubunun kusur araştırmasına dahil edilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Cezai sorumluluk açısından yapı uygun şekilde yapılsaydı hiç doğmayacak bir yaralama veya ölüm meydana gelirse ilgililer taksirle öldürme ve yaralamadan sorumlu olacaktır. Burada ilgililerin gerekli dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı kusurlu bir davranışı ile öngörülemeyecek şekilde başka bir kimsenin hayatına son vermesi durumu söz konusu olacağı için “Taksirle Ölüme Neden Olma” suçu oluşacaktır. Bu suç 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 85. maddesinde düzenlenmiştir:
“Madde 85- (1) Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Fiil, birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmuş ise, kişi iki yıldan on beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Taksirle yaralama suçu ise aynı kanunun 89. maddesinde düzenlenmiştir:
“Madde 89- (1) Taksirle başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan kişi, üç aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.”
Ancak cezai sorumluluğun saptanması sürecinde ilgililerin kusurunun bulunup bulunmadığına bakılması gerekmektedir. Eğer kusur var ise bu kusur ile deprem sonucu binanın yıkılması arasında bir illiyet bağı bulunuyorsa, ilgililerin cezai sorumluluğu oluşur. İlliyet bağı; ortaya çıkan zarar ile kişilerin eylemleri arasında olan bir bağlantı olarak tanımlanabilir.
Zarar ile idari davranış arasında illiyet bağının kesildiği veya zayıfladığı durumlarda idarenin sorumluluğu da ya ortadan kalkar ya da azalır. Ülkemizin büyük bir kısmı deprem bölgesinde bulunduğundan depremin önlenmesi mümkün olmasa bile nerelerde deprem olabileceği öngörülerek idarece gerekli önlemler alınarak zararın minimuma indirilmesi sağlanabilir. Aksi durumda idarenin hizmet kusuru nedeniyle sorumluluğuna gidilebilecektir. Danıştay 11. D., 20.06.2007 tarih, 2005/1353 E., 2007/6248 K. sayılı kararında:
“Bir idari işlem veya bir idari sözleşmenin uygulanması durumunda olmayan, idarenin her türlü faaliyetlerinden veya hareketsiz kalmasından, araçlarının kullanımından, taşınır ve taşınmaz mallarının veya tesislerinin yönetiminden dolayı oluşan zararları idari eylem sonucu oluşan zarar ve buna yol açan eylemi de sonuç olarak idari eylem kavramı içerisinde düşünmek gerekmektedir. Deprem nedeniyle oluştuğu ileri sürülen zararların tazmini istemiyle açılan bu davada, yapının üzerinde bulunduğu zeminin özelliği, zemin durumuna göre depreme dayanıklılığının kontrolü, yapı kullanma izni bulunup bulunmadığı, imar planları ve inşaat ruhsatlarının hangi idarelerce yapıldığı ve verildiği, yapıların imar açısından denetlenmesi, afete uğramış ve uğrayabilecek bölgeler ile yapı ve ikamet için yasaklanmış afet bölgelerinin tespit ve ilan edilip edilmediği, afet bölgelerinde yapılacak yapılarla ilgili kuralları, yapı tekniklerini, projelendirme esaslarını, ülkenin deprem haritalarını hazırlamak konusunda idarelerin üzerlerine düşen görev ve yetkileri yerine getirip getirmediği, denetim ve kontrol görevlerini yapıp yapmadığı hususları ayrı ayrı irdelenmeli ve idarece gerekli önlemlerin alınıp alınmadığı belirlenmeli ve bunun sonucuna göre; idarenin belli bir hareket tarzı izleyip izlemediği veya hareketsiz kalıp kalmadığı ortaya konulmalıdır. Olaya bu açıdan bakınca yukarıda yapılan belirleme sonucu olayda idarelerin hareketsizliği söz konusu olmakla öğretide de kabul edildiği gibi idarenin bu hareketsizliğinin ‘olumsuz eylem’ olarak kabulü gerekmektedir. Mücbir sebep, sezilemeyen ve karşı konulamayan bir olayı ifade eder. Bu sebep, zararı idareye yüklenebilir olmaktan çıkaran ve zararla idari faaliyet arasındaki illiyet bağını kesen dış bir etken olarak doğal, toplumsal veya hukuki bir olaydan kaynaklanabilir. Sezilemezlik, karşı konulamazlık, kusursuzluk ve gerçeklik halleri mücbir sebebin ayırt edici öğelerini oluşturmaktadır. Deprem kuşağında yer alan bölgede, deprem gerçeğinin bir veri alınması suretiyle yerleşmelerle ilgili alanların belirlenmesi, bu alanlardaki yapılaşmaya ilişkin kararların alınması, uygulanması ve denetlenmesiyle ilgili idari faaliyetlerin bütünündeki olumsuzluklardan oluşan idarenin ‘olumsuz eyleminin’ bulunması durumunda, depremin mücbir sebep olarak değerlendirilerek zararla illiyet bağını kestiğini kabule olanak bulunmamaktadır. Bu durumda, Mahkemece uğranıldığı ileri sürülen zararın oluşumunda idarenin hizmet kusuru bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi sonucu bir karar verilmesi gerekirken depreminin mücbir sebep kabul edilerek zararla idari faaliyet arasındaki nedensellik bağının ortadan kalktığı gerekçesiyle davanın reddi yolundaki kararda isabet görülmemiştir.” şeklinde bir hüküm tesis etmiştir.
Danıştay bu kararında deprem kuşağında yer alan bir bölgede yürütülen faaliyetlerde idarenin depreme karşı hazırlıklı olması gerektiğini ve idarenin bu konuda gerekli çalışmaları, araştırmaları, kontrolleri, denetlemeleri yapmadığı takdirde mücbir sebebe dayanarak sorumluluktan kurtulamayacağını açıkça belirtmiştir.
7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısiyle Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun’da belirtildiği üzere belediye, mülk idare amirleri ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na afet bölgelerindeki yapıları denetleme görev ve yetkisi verilmiştir. Bu makamlar sorumlu oldukları alanlarda yapıların mevzuata uygun olarak yapılıp yapılmadığını denetlemekle yükümlüdürler. Deprem nedeniyle zarara uğrayan kişi binanın mevzuata aykırı yapıldığını ispatladığı takdirde, idarenin oluşan zararları da tazmin etmesi gerekecektir.