Konuya hassas olanlar hatırlayacaktır. Diyarbakır ‘da yaşayan Nahide Opuz kocası Hüseyin Opuz‘u kendisi ve annesine şiddet uyguladığı için tam 36 kez devlet makamlarına şikayet etmiştir. Hatta bir seferinde hayati tehlike geçirmiş kocası tutuklanmış ancak hayati tehlikenin geçmesi ile kocası tekrar serbest bırakılmış, başka bir şiddet olayında bıçakla yaralamış savunmasında evde yemek yoktu diyerek para cezası ile kurtulmuştur. Şikayetlerden sonuç alamayan Nahide Opuz ve annesi başka bir ile taşınıp kurtulmaya çalışırken kocası tarafından silahlı saldırıya uğramış ve annesini kaybetmiştir. Tüm bu olaylar sonucunda Nahide Opuz AİHM ‘ne başvurmuş ve mahkeme Türkiye’nin şiddet gören bir kadını, savcılığa başvurduğu halde, kocasından koruyamayarak ayrımcılık yaptığına hükmetmiş Opuz’a tazminata karar vermiştir. Bu karar AİHM’in aile içi şiddete karşı vatandaşını koruyamadığı gerekçesiyle bir devleti mahkum ettiği ilk davadır. Nahide Opuz davası İstanbul Sözleşmesi ‘ne ilham kaynağı olmuştur.
Yine hatırlanacaktır 2010 yılında Ayşe Paşalı’nın koruma talebi mahkemece reddedildi ve Ayşe Paşalı boşandığı erkek tarafından öldürüldü. Yine bu davada da Paşalı’nın ailesi AİHM ‘ne başvurdu ve Türkiye yaşam hakkını koruyamadığı için aileye tazminat ödenmesine hükmetti.
Bu arada tam adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan ya da bugün sıkça “İstanbul Sözleşmesi” olarak bahsettiğimiz metin, İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi toplantısında 11 Mayıs 2011 tarihinde imzaya açıldı ve Türkiye bu metni imzalayan ilk ülke oldu. Erdoğan, sözleşmenin imzaya açıldığı 2011 yılında twitterdan yaptığı paylaşımda, “Kadına Şiddet Artık ‘İnsan Hakkı İhlali.’ Sözleşme, Türkiye’nin öncülüğünde hazırlandı” ifadelerini kullandı. Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan 2015 yılında 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla Turuncu Dergisi’nde bir makale yazdı. Erdoğan, makalesinde ‘Türkiye kadına yönelik şiddet ile mücadele konusunda, İstanbul Sözleşmesi’ne çekincesiz imza koyan ve parlamentosundan geçiren ilk ülke oldu’ dedi. Bu arada İstanbul Sözleşmesi 1 Ağustos 2014 yılında yürürlüğe girmişti.
Peki ne oldu da bu kadar övgü ile bahsedilen ilk imza atan ülke olarak gurur duyulan sözleşmede yine bizzat imzacısı tarafından sözleşmeden çıkma aşamasına girildi?
2020 yılında Sözleşmenin iptal istemine gerekçe gösterilen maddesinde aslında cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hâl, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmamasının koruma altına alındığını görüyoruz. Ayrıca türü fark etmeksizin çerçevesi çizilen şiddetin ve yaşanabilecek olası mağduriyetlerin (potansiyel mağduriyetler) yetkili kurumlara iletilmesini teşvik etmek ve buna uygun bir ortam sağlamak da sözleşmenin gerektirdiği yasal tedbirler arasında ele alınmıştı. Bu madde ile sözleşmenin farklı toplumsal statüleri ve dezavantajlı grupları koruma alanına dahil ettiğini, kapsamlı bir eşitlik talebine vurgu yaptığını söyleyebiliyorduk. Sözleşmede konu edilen toplumsal cinsiyet kavramı “toplum tarafından kadın ve erkeğe yüklenen ve sosyal olarak kurgulanan roller, davranışlar ve eylemler” anlamına geliyor. Ancak ‘ cinsel yönelim ‘ ifadesi bazı sağ görüşlü partiler ve tarikatlar ile cemaatların odak noktası oluyor ve basında sık sık gündeme gelen bu cemaatler yine basın yolu ile ve de bizzat görüşerek sözleşmeden çıkılmasını istiyor. Zaten bu süre içinde de yine bazı sağ basın tarafından cinsel yönelim ile ilgili kasıtlı haberler yapılıyor ve bu kişiler hedef olarak gösteriliyor..Gelişen süre içinde de trans bireylere karşı bir saldırı ve taciz hatta cinayet olayları başlıyor.Adeta hükümete sözleşmeden çıkılması yönünde baskı yapılıyor.Sonuçta 20 Mart 2021 yılında Cumhurbaşkanı kararnamesi ile kamuoyunda İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden çıkıldı. Dönemin Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı konuya ilişkin yaptığı açıklamada kadına yönelik şiddetle mücadeledeki tek aracın İstanbul Sözleşmesi olmadığını , “Geldiğimiz noktada hem birincil hem de ikincil mevzuatımızda kadınlarımızı korumak, kadına yönelik şiddetle mücadele etmek için gerekli bütün araçlarımız mevcut” diyordu.
Ancak uzmanlara göre, Türkiye iç hukuku, İstanbul Sözleşmesi’nin şiddeti tanımlama ve şiddet karşısında “önleme, koruma, kovuşturma ve politika oluşturma” olarak dört başlıkta geliştirilmiş hükümlerini “kısmen” kapsıyor. İstanbul Sözleşmesi gibi toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılıktan böylesine detaylı bahseden, erkek şiddetini detaylı bir şekilde işleyen ve devlete ödev yükleyen başka bir düzenleme de yok..
Örneğin İstanbul Sözleşmesi psikolojik şiddetten fiziki şiddete, cinsel şiddetten gebeliğin zorla sonlandırılmasına, ısrarlı takipten zorla evlendirilmeye kadar çeşitli şiddet türleri sıralıyor ve bu suçların tamamının iç hukukta tanımlanarak cezalandırılması gerektiğini söylüyor.
Ancak kadın örgütleri ve hukukçuların yıllardır süren ısrarına rağmen “ısrarlı takip” hala Türk Ceza Kanunu’nda suç olarak tanımlanmıyor.
2006 yılından itibaren Türkiye adına sözleşmenin hazırlık çalışmalarına katılan Prof. Feride Acar, “Kadın cinayetiyle son bulan olguların çoğunun, ısrarlı takiple başladığını görüyoruz” diyor. Acar, bir kişinin diğerini isteği dışında ve rahatsız edici biçimde ısrarla takip etmesinin fiili bir takip şeklinde olabileceği gibi, telefon ya da internet üzerinden de olabileceğini söylüyor. İstanbul Sözleşmesi ve iç hukuktaki temel farklılıklar, henüz kadına yönelik şiddetin toplumsal sebeplerini ortaya koyarken başlıyor.
Sözleşme, kadına karşı şiddetin “toplumsal cinsiyete dayandığını” ve “kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen eşitsiz güç ilişkilerinin bir tezahürü olduğunu” söylüyor.
Sözleşmede toplumsal cinsiyet için “toplum tarafından kadın ve erkeğe yüklenen ve sosyal olarak kurgulanan roller, davranışlar ve eylemler” tanımı yapılıyor.
Ancak Türkiye’de 6284 sayılı kanun dahil, kadına karşı işlenen suçu toplumsal cinsiyete bağlı tarif eden herhangi bir mevzuat mevcut değil.
Uzmanlar ise sözleşmenin özünde yer alan “toplumsal cinsiyet” kavramını dışlayan hiçbir yasal mevzuatın, kadına şiddeti önlemekte yeterli olmayacağını savunuyor.
Prof. Feride Acar bu durumu şöyle açıklıyor:
“Toplumsal cinsiyet kavramını ve biyolojik cinsiyetin ötesindeki toplumsal olguları reddettiğinizde; şiddetin nedenlerini alkol, madde tüketimi ya da psikolojik dengesizlik gibi üçüncü, beşinci derecede olgulara bağlıyorsunuz demektir. Kanunda toplumsal cinsiyet kavramını görmediğinizde, sistemi, şiddete karşı palyatif bir takım tedbirlerle, yüzeysel ve tek tek vakalara yönelik mücadeleye yönlendiriyorsunuz. Halbuki şiddeti önlemeye yönelik politikalar geliştirilmeli. İstanbul sözleşmesi bu politikaların nasıl olması gerektiğini, toplumsal cinsiyet eşitliğini işaret ederek tarif ediyor.”
Dönemin Aile Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk ise aynı görüşte olmamasına rağmen yaptığı açıklama ile aslında Feride Acar’ı adeta doğruluyor.;
“Bir metin üzerinde fazlaca tartıştığımız için, şiddete sebep olan esas kök sorunları konuşamaz, tartışamaz duruma geliyoruz. Şiddetin alkol, bağımlılık gibi birçok nedeni var. Akademisyenlerimize şiddetin gerçek kök nedenlerini araştırmak noktasında büyük görevler düşüyor. Kanun, şiddet veya şiddet uygulama tehlikesinin varlığı halinde herkesin resmi makam veya mercilere ihbarda bulunabileceğine ve önleyici tedbir kararının geciktirilmeksizin verileceğine hükmediyor, şiddete uğrayan ya da şiddete uğrama tehlikesi içinde olduğunu söyleyen kişi için, ‘Önleme mahiyetinde uzaklaştırma kararı vereceksin’ diyor. Fakat İstanbul Sözleşmesi genel olarak bu önlemlerin nasıl yapılacağını anlatıyor.;
“Toplumda ‘Küçük yaştan itibaren toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalar yapmalısın’ diyor. ‘Eğitimde toplumsal cinsiyet eşitsizliğini kaldırmaya yönelik materyaller kullanmalısın’ ve ‘Devlet çalışanları için düzenli olarak meslek içi farkındalık eğitimleri yapacaksın’ diyor. Yani ülkeye eşitsizliği tümüyle ortadan kaldırma yükümlülüğü yüklüyor.” İstanbul Sözleşmesi’nin toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelli suçlara karşı “hem koruma hem önleme hem de etkin soruşturma” zorunluluğu getirdiğini söyleyerek, ayrıca, geliştirilmesi gereken pek çok politika konusunda devlete yol haritası çizdiğini söylüyor. İstanbul Sözleşmesi ise imzacı devletlere, cinsel şiddet mağdurlarına destek hizmeti sunacak kriz merkezleri ya da cinsel şiddet sevk merkezleri oluşturma yükümlülüğü getiriyor.
Ayrıca ülke çapında 7 gün 24 saat esasına göre faaliyet gösteren ücretsiz telefon hatlarının oluşturulması gerektiğini söylüyor.
Ancak iç hukukta bu hükümlerin tam karşılığını bulmak mümkün değil.
Yani aslında sözleşmedeki şiddet, taciz ve tecavüz gibi suçlamalarda kadın beyanının dikkate alınması yine aynı çevreleri rahatsız ediyor ve toplumun erkek egemen sistemi , Türkiye’yi dünya arenasında insan hakları konusunda bir adım daha öne taşıyacak toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin katili oluyor.
Türk Kadınlar Birliği Derneği Samsun Şube Başkanı Ecz. Ayşe Çubukçuoğlu